Erdoğan'ın 'cadı avı' söylemini Avrupa'sa şaşkınlık oluşturmadığını ama yadırgandığını belirten Yurttagül, “Süte karışmış pis su”, “inlerine gireceğiz” gibi nefret söylemlerinin Ortaçağ Avrupa’sının cadı avı dilinin tipik örnekleri olduğunu söyledi.
Yurttagül, uzun yıllardır AB, Avrupa Konseyi, AGİT gibi kurumlarla çalışan, oldukça başarılı müşavirlerin “Türkiye aleyhine propaganda” ve “Paralel devlet yapılanması ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle" geri çekildiğinin de altını çizdi. Müşavirlerin tek kusurunun ise dalkavuk yapmak değil hukukçu olmaları olduğunu vurgulayan Ali Yurttagül, tüm bu olan bitene sitem ederek 'Nefret ruha hâkim olmaya görsün...' dedi.
İşte Ali Yurttagül'ün 'Avrupa'da cadı avı' isimli köşe yazısı;
Başbakan Erdoğan’ın, Gülen Hareketi’ne yönelik aylardır süren ve “cadı avı” söylemini çağrıştıran konuşmasına kendine özgü özgüveni ile sahip çıkması, şaşkınlık yaratmadı ama çoğu kimse tarafından yadırgandı.
Basında Başbakan’ın bu terimi sahiplenirken anlamını bilmediğini, farkında olmadığını savunanlar da var. Biz bilerek ve ısrarla bu terimi kullandığını düşünüyoruz. “Süte karışmış pis su”, “inlerine gireceğiz”, “haşhaşi” gibi nefret söylemi, Ortaçağ Avrupa’sında cadı avı dilinin tipik örnekleriydi.
Sürmekte olan “darbe” söyleminin temelsiz olduğu kanısı güçlendikçe, Başbakan ses tonunu yükseltiyor ve cadı avını yaygınlaştırıyor. Görevden alınan hâkim, savcı ve güvenlik görevlilerinin önemli bir kısmının ise Gülen Hareketi ile ilişkisinin olmadığı biliniyordu. Son günlerde Sağlık Bakanlığı’ndan Hazine’ye, Çevre Bakanlığı’ndan çeşitli genel müdürlüklere veya banka yönetimlerine kadar binlerce insan sadece bir sosyal gruba yakın olduğu ya da yakın sanıldığı için işini kaybediyor, dışlanıyor ve fişleniyor. Radikal yazarı Murat Yetkin, geçen gün “özel sektörün sırada” olduğunu yazdı.
Sabah gazetesinde 31 Mayıs’ta yayımlanan haber sayesinde artık, AB bürokratları ve milletvekilleri de son yıllarda TC ile değil “paralel yapı” ile çalıştıklarını öğrendi. Haberde isim dışında tüm veriler olduğu için “Paralel yapıya yurtdışı darbesinin” kimi hedef aldığı oldukça açık. Haberden, uzun yıllardır AB, Avrupa Konseyi, AGİT gibi kurumlar ile çalışan, oldukça başarılı müşavirlerin “Türkiye aleyhine propaganda” ve “Paralel devlet yapılanması ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle geri çekildiğini” öğreniyoruz. Kanımızca bu müşavirlerin tek “kusuru” AKP hükümetinin son aylarda hukuk devletini askıya alan yasa girişimlerini savunmak yerine, AB kurumlarını bunların Anayasa Mahkemesi’nden dönebileceğine vurgu yaparak sert karar almaktan alıkoymaları oldu. Yani “kusurları” dalkavuk değil hukukçu olmaları.
Komisyonun 2014 İlerleme Raporu’nu yazarken “cadı avı” konusunda uzağa gitmesine, “haşhaşilerin” kim olduğunu da araştırmalarına gerek kalmıyor. “Cadılar” birlikte yemek yedikleri, sohbet ettikleri insanlar. Bu müşavirlere belki tek sitemim, son yıllarda raporların yumuşak bir dille kaleme alınmasında önemli etken ve başarılı olmalarıdır. Umarım kendileri de Türkiye de gerçeklerin AB raporlarında yansıtıldığından çok daha vahim olduğunu görmüştür. Zira “paralel” fişlenmesi ile sadece kariyerleri değil, çocukları ve yakın çevrelerinin de şüphe altında olduklarını düşünmek yanlış olmaz. Bağlı bulundukları bakanlığın Sabah’ın haberine karşı nasıl bir tavır sergileyeceğini merakla beklerken Avrupa’da “cadı avı” kelimesinin neyi çağrıştırdığına kısa bir göz atalım.
Genellikle kadınların hedef olduğu Avrupa’nın en karanlık dönemini simgeleyen Ortaçağ’ın cadı avı, insanoğlunun batıl inançlara ne kadar açık ve gaddar olabileceğinin ibret verici belgesidir. Genellikle bir ihbar sonucu cadı soruşturması girdabına giren kadınlar tutuklandıktan sonra çırılçıplak bir kuleye hapsedilir, sihirli bir şey saklamasınlar diye vücutlarındaki tüm kıllar tıraş edilir, çoğu zaman cellâtlar tarafından ırzlarına geçilirdi.
13-14 yaşlarında kızların da “cadı” olduğu için yakıldığı Orta Avrupa’da meşhur astrolog Johannes Keppler’in annesi Kattharina Keppler de bir komşusunun ihbarıyla soruşturulmuş, ölümden zor kurtulmuştu. İhbarlar bir dönem o kadar yaygındı ki, kiliselerin “dinsiz” avı yanında, rakiplerini ortadan kaldırmak için tüccar ve toprak sahiplerinin de kullandığı bir metoda dönüşmüştü cadı avı.
Cadı soruşturması uzun bir dedikodu sonrası başlar, baskı ve işkenceyle cadı olduğu kabul ettirilen kurban kadın genellikle yakılarak öldürülürdü. Ayrıca cadıların sabatı olduğuna, cumartesi günleri buluştuğuna inanıldığı için diğer cadıları deşifre etmesi için de kurbanlara işkence uygulanırdı. Tarihçiler “milyon” rakamına karşı çıksa da on binlerce masum kadının en vahşi işkencelerden geçirildikten sonra yakılarak öldürüldüğünden şüphe etmiyor.
Bugünün “cadı avı” ise bir sosyal gruba mensup insanları, inançları, etnik kökenleri veya renkleri yüzünden ayrımcılığa tabi tutmak, aşağılamak, onlara karşı nefret kampanyası yürütmek olarak görünür oldu. Türkiye’de bunu yaşıyoruz. İnsanlar bireysel tutumlarından ötürü değil, bir sosyal gruba yakın oldukları veya oldukları varsayıldığı için mağdur oluyor. Nefret ruha hâkim olmaya görsün...