İşte kutuplaşmanın perde arkası

“Doğruların” müfredat adı altında “merkezden” belirlendiği ülkemizde oluşturulan şablona göre tek tip insan yetiştirilmeye çalışılmaktadır.

İşte kutuplaşmanın perde arkası

İşte ülkemizde kamplara ayrılmanın altında yatan temel neden... Yanlış varsayımlar üzerine kurulu eğitim İnsanımız kolayca senden yana ve bana karşı kesimler haline bölünebiliyor, keskin mi keskin karşı gruplar olarak karşı kamplara ayrılabiliyorsa altında yatan temel bir neden bulunmalıdır. İnsanımızın sınırlı kavramlara ait değer yargılarının kurbanı haline geliyor ve hayatı ve olayları at gözlüğü ile (neredeyse açısız) seyretmeye başlamışsa, sürekli şikayet konusu olan bu olgunun araştırılması gereken öncelikli bir konu olduğu kanaatındayım. Gayet açıktır ki insanın düşünce sistemi alınan eğitimin bir sonucu olarak teşekkül eder. Eğer eğitim yanlış varsayımlar üzerine kurulmuşsa elbetteki hayatı doğru yaşamamız mümkün olmayacaktır. Eğitim yaratılışa, beyin ve öğrenme gerçeklerine ters bir durum sergiliyorsa eğitimden amaçlananlar oluşmayacaktır. Hiç düşündük mü acaba temel karekteristiği soru sormayan, verileni yenileyen, sınavlarda başarılı olmaya odaklayan bir eğitim hangi ürünleri oluşturacaktır? Mevcut Eğitimin Analizi Eğitim adına yapılanlara bakalım: Öğrenci oturduğu yerden ders dinliyor, kitap okuyor ama bizzat tecrübe ederek öğrenebilme imkânı bulamıyor. Gözleme ve deneye bağlı bilimsel çalışma yerine şifahi ve kağıtta kalan bilgilerle yetinir haldedir.. Kendi başına düşünmeye, yorumlamaya, okuduğunu ve söyleneni anlama imkanı elde edememektedir. Yada bu imkan çok sınırlı kalmaktadır. Hocanın anlatıp öğrencinin kafa salladığı bu yapıda bilgi beyne kalıplar halinde gelmektedir. Sonuçta “Bilgi”nin, akıl ve mantık süzgecinden geçirilmeden, sorgulama yapmadan kabulmesi onun “değişmez mutlak doğrular” olarak, yerleşmesine sebep olmaktadır. Şimdi bu eğitimin hangi “Öğrenme Yöntemine” dayandığını anlamaya çalışalım. Şartlanmaya (Tepkisel) Öğrenmenin Bilimsel Temeli Kendisinden isteneni yapması durumunda bir ödül, bir haz sağlanması, itaatsizlik durumunda ise cezalandırılması, yani bir elemle karşısına çıkılması sonucu çocuğun kendisinden beklenen eğitsel ve ahlaksal davranışları gerçekleştireceği çok önceleri biliniyor ve uygulanıyordu. Aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkarılabilecek cezanın eleminden kaçmak isteyen çocuk eğitsel buyurulara uyuyor ve pek çok kez talim ettikten sonra kendisinden beklenen davranışları otomatik olarak görülmeye başlıyordu. Örneğin ayı yavrusu alttan kızdırılan bir saç üzerine zorla çıkarılıyor ve her an havada inmeyi bekleyen, gerektiğinde de inen kırbaç darbeleriyle bulunduğu yerden ayrılması önleniyordu. Sacın sıcaklığı hayvanın pençelerini yakar, hayvan da arka ayakları üzerinde dikilerek kıpırdanabileceği daracık alanda daha serin bir yer bulmaya çabalar, bu çabası da kendisini seyredenler üzerinde bir oyun izlenimi uyandırır. Sonunda ayının saç levhadan inmesine izin verilir, çabasını ödüllendirmek için de kendisine nefis bir yiyecek sunulur. Bu egzersizler yeteri kadar tekrarlanır, derken iş o duruma vardırılır ki, hayvan terbiyecisi daha kırbacı havaya kaldırıp nefis yiyeceği gösterir göstermez ayı oynamaya başlar. Bundan böyle kızgın saca gerek kalmaz. Şartlı refleks yoluyla hayvan o düzeye getirilir ki, kendisini işkenceyle yetiştirmiş terbiyecisinin belli bir işaretini alır almaz oynamaya başlar; böylece, yavru ayı oyun oynayan ayıya dönüştürülür ve seyircilerin karşısına çıkarılıp onları eğlendirmeye hazır duruma getirilir. Eğitimin en ilkel biçimi hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsanın zihni fonksiyonları henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı)öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksif olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler. Sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler, ve nihayet iradi şuurlu hareketler. Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımak olmalıdır. Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimizi bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz. Ülkemizdeki Eğitimin Temeli Gerçekten Şartlanmaya mı (Tepkisel) Dayalı Eğitim adına yapılanı biraz daha yakından analiz edebilir ve insanımızın nasıl “şartlandırıldığını” daha iyi görebiliriz. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüyoruz. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılan adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırılmaktan başka bir şey değildir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır.. Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir.. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır. Eğitim diye yaptıklarımızı şu şekilde özetleyebiliriz: Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenle engelleriz sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehasını daha işin başında öldürerek şartlanmanın zeminin oluştururuz. Nasıl Şartlandırılıyoruz? Mevcut eğitim yapısını daha da irdeleyerek şartlanmanın boyut ve şekli kendini daha iyi görebiliriz. Bir takım gerçekler ve ‘şey’lerin adının öğretildiği sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüldüğü bu yetiştirilme tarzının esası şartlı refleks stratejisidir. Örneğin okullarımızda ve özellikle hazırlık kurslarında, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırılması bunlardan birisidir.. Çünkü şartlandırma olaylar yada şeyler arasında ilişki kurmaya dayanır. Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir.. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur.. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma...! ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımız daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakalım. Öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğun telkin edilmektedir. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ve oluşan tabular göstermektedir. Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç hatta imkansız hale gelmektedir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi şartlanma yoluyla elde etmeye başlamız demektir. “Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar. Bilgi Odak Haline Gelince… Bir kere daha vurgulayalım ki ülkemizde eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (yada düşük seviyede tutarak) ama tekrarı ve ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş olmaktayız. Şartlandırma: En ilkel öğrenme biçimi! Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuştu da hayvanlara davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve eğitimde baş köşeye oturmuş bulunuyor? “Bilgili insan” yetiştirmek ve sınavlara hazırlanmak eğitimde hedef haline gelince bilginin kullanılması ve üretilmesi önemsenmeyince, yeni alternatif bakış açıları talep edilmeyince “tek doğru budur” mantığı ister istemez hakim hale gelmektedir. “Doğruları/bilgileri öğretme” üzerine bina edilen eğitim yapısı insanımızın gözüne birer at gözlüğü takmaktadır. Bir kere daha dikkatleri bu noktaya çekelim ki, çocuklara öğretilenler, sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer ‘bilgi’ olarak değil de adeta iman edilmesi gereken iláhî hakikatler sunulursa ortaya şartlandırmadan başka bir şey değildir.. Bilginin bu şekilde tekrarlanması ve önemsenmesi onu kutsallaştırmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise, bilginin öne çıkarılmasıyla beceri boyutu göz ardı edilmektedir. Beceri ve uygulama boyutunun ihmal edilmesi ile oğrenci okulunu bitirdiği halde gerçek hayatı ve mesleğini öğrenememektedir. Kutuplaşmanın Kaynağı “Doğruların” müfredat adı altında “merkezden” belirlendiği ülkemizde oluşturulan şablona göre tek tip insan yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Direksiyonu kilitlenmiş aracın virajlı yollarda sağa sola çarpması gibi doğruların tekliğine inanmış bir kişi de sürekli olarak kendi gibi düşünmeyenlerle çatışmak durumunda kalmaktadır. Bunu ideolojisi, partisi, hayat felsefesi yada çağdaşlık adına yapabilmektedir. Gençlerin kişiliği üzerinde etki bırakan neredeyse tek şey, üzerinde düşünülmeden ezbere tekrarlanan basma-kalıp yargılar ve sloganlar oluşturmaktadır. Bütün ‘çağdaşlık’, ‘akılcılık’ ve ‘aydınlanmacılık’ iddialarına rağmen bu eğitim tarzı, insanlarımızda skolastik bir zihniyeti besleyip büyüten bir zemin oluşturmaktadır. Bu o kadar etkili bir mekanizmadır ki, o gençlerin çoğu ‘yetişkin’ haline geldiklerinde bile aynı psikolojiyi korumakta ve alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermektedirler. Bu bataklık özlediğimiz diyaloğ zemininin oluşmasını enegellemekte, kutuplaşmanın, farklılığa tahammülsüzlüğün kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü okulda kendilerine belletilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline gelmektedir ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları onlarda adeta ekzistansiyel bir krize neden olmaktadır. Neden dünya yüzünde sosyal kesimleri arasında en fazla çatışma bulunan toplumlardan birisi haline geldik? Neden "senden yana ve bana karşı" türü mukabil cephelere kolayca ayrılabiliyoruz? Neden partilerimizdeki muhalefet anlayışı iktidarların her ak dediğine kara demek yani çürütmeci yaklaşımdan ibaret kalmaktadır? Tüm bunlar çok açık bir şekilde okullarda eğitimin yaygın bir şekilde “şartlanmaya dayalı” öğrenme yöntemini esas haline getirmiş olmasıyla açıklanabilir. Her kişi ve görüşe hayat hakkı vermekten, yani özgürlükleri genişletmekten korkmamızın sebebi de budur. Kalite ve liyakat kriterlerini esas haline getiremeyişimizin de… Belli doğruları tekrarlayarak ve “öcü edebiyatı” ile şuur altına yerleştirilen korkularla insanımız şartlandırılmaktadır. “Öğrenmeye” değil “öğretmeye” yani “öyle değil şöyle ol” anlayışına dayanan bu eğitim anlayışı ülke etrafına demir bir kemer bağlayarak, herkesi aynı tip elbise giymeye zorlamakta ve sonuçta ülkemiz adeta yaşanamaz hale getirmektedir. Tekrar vurgulayalım ki tek ve mutlak doğru-iyi-güzel'lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inanmış/inandırılmış yığınların bu kafa yapısı devam ettikçe (mevcut eğitim anlayışını değiştirmedikçe) ülkemiz insanına rahat yüzü bulması zordur. Bölünmeler, kırılmalar ülkemizin en hassas noktası olmaya devam edecektir. Şartlandıran Eğitim Eğitim Değildir Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimizi bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz. Örneğin istediğimiz davranışı öğrenmeye başlar ve bu işe şuurla ve kendi irademizle götürürüz Zamanla tekrarlayarak pekiştiririz. Ancak bildiğimiz şeyleri mümkün olduğunca şuur seviyesine çıkarabiliyor; yani “açıklayabiliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamıyorsak zihnimiz şekillenmiştir. Sonuçta bilgilerin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç hatta imkansız hale gelecektir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi şartlanma yoluyla elde etmeye başlarız. Pavlov’a göre şartlı öğrenme düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilişse ortaya şartlı öğrenme çıkar. Sonuç olarak öğrenciye aktarılan veya onun hayal ve tasavvur dünyasına giren malumatlar, akıl süzgecinden geçirilmeden kabullenilince, öğrenciler dogmatik zihniyeti yansıtan “tek doğrulu” bakış açısına ve “Sorma! Düşünme! Körü körüne inan!” anlayışına sahip oluyorlar. Şartlanma, öğrenciyi, yalnızca ‘evet-hayır’ kesinliğiyle hâdiseleri ele almak ve öğretmek demektir ve aynı zamanda ikili mantığın ürünü olmaktadır. Halihazır uyguladığımız eğitimin temel özelliği bu olmaktadır. Sonuç olarak, şartlandıran eğitimle öğrenci istenen hareketi yapmak üzeren programlanan “robot” tan bir farkı kalmamaktadır. İnsan zihnini uyutmanın en etkin vasıtası da şartlandırmadır. Çünkü , eğitim adı ile müsemma eğip bükme görevi ile bilgiyi kullanan ve üreten özne değil bilgiyle yüklenen nesne konumunda bırakmaktadır. Bu yapının “ıslah ve uyum” işlevi vardır ve “bütünleştirici” etkiye sahiptir. Otoriteye karşı benzer tepkiler sergileyen; düşünmeden, araştırmadan ön yargı ile hareket eden fertler ortaya çıkmaktadır. Eleştirel bakış yok olmaktadır. Bu eğitimin tezgahından geçen fertler hipnotize edilmişcesine istenilen yöne kolayca çevrilebilmektedir. Geçmişimize baktığımızda bunun yüzlerce örneğini hatırlayabiliriz. Yeni Müfredat Çözüm Olabilir Ama.. Son yıllarda okullarda hayata geçirilmeye çalışılan “yeni eğitim programları” (yeni müfredat) gençlerimizi şartlanmanın tuzağından kurtarma adına önemli bir başlangıç olabilir. Yeter ki “yeni müfredatı”, eksikliklerini tamamlayarak temel felsefesi doğrultusunda yozlaştırmadan hayata geçirelim. En önemli bir “yozlaştırma tehlikesi” öğretmenlerin hazırlanmadan uygulamaya konulmasıdır. İyi aletlerin ancak ustaların elinde değer kazandığı malumdur. Eğitimin odağında öğretmen bulunmaktadır. Diğer bir “yozlaştırıcı” faktör ise sınav odaklı-teste dayalı yapının devam etmesidir. Hatta giderek yaygınlık kazanmasıdır. teşebbüs . Evet “yeni eğitim programları ile gerçek öğrenmeyi sağlayan bir eğitim anlayışı hayata geçirilmek isteniyor. Halbuki mevcut ölçme – değerlendirme uygulaması ile ülkemizde eğitim sınavlara hazırlanmak haline –daha doğrusu şartlandırma sürecine- dönüştülmektedir. Okulların yerini hazırlık kurs ve dersaneleri almış, adı alfabe çorbasını andıran merkezi sınavlarda (SBS, OKS, ÖSS, KPSS, ÜDS, ALES ve daha niceleri) başarılı olmak için yüzbinler, milyonlar gecesi ve gündüzü ile, hatta hafta sonları ile harıl harıl çaba içinde.... Milyonlarca genç beyin, icat etmek ve yeni şeyler üretmek ve mesleğinde gelişmek için değil, cevabı bilinen tek doğruları öğrenmek için seferber olmuş durumdadır . Ve kimse de çıkıp bu testlere hazırlanmanın insan yeteneği ve becerisine ve mesleki gelişimine ne katkı sağladığını sorgulamıyor. Üstelik öğrenilmeye çalışılanların “bilginin” en düşük seviyesi -malumat düzeyi- olduğunu, ülkenin baştan sonra bir şartlandırma merkezi haline getirilmekte ve beyinlerin fortmatlandığını dile getirmiyor. Tüm bunlar “eğitim” ve “bilgi” konusunda ne derece yanılgı ve önyargı içinde olduğumuzu göstermiyor mu? İşe Nereden Başlamalı? Sokrat’ı biliyorsunuz, bazılarımızın tuhafına gidebilecek bir misyonu vardır Sokrat’ın. Bu “biliyorum” iddiasını taşıyan insanların, bilgilerini ve bildiklerini onlarla tartışmak ve aslında, biliyorum diye ortaya attıkları bilgilerin çok da sağlam olmadıklarını onlara göstermekti. Bu, insanlık tarihinde de çok önemli bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü, bilmek, öğrenme ile başlayan, öğrenmenin belki bir aşaması olan, belki de bir sonucu olan; ama, bitimi olmayan bir çabadır. Bilmek, sadece bazı sınavlardan geçmek ve yapabilmek, sonuç elde edebilmek anlamında bir bilmek değil, Sokrat’ın anlatmak istediği. Bilmek, bildiğimizi ileri sürdüğümüz şeylerin temellerini, dayanaklarını gösterebilmek demek; yani, bilmek, kökleriyle, temel kavramlarıyla bilmek anlamına geliyor. Einstein’ın bilgi yüklemeye dayanan eğitim yüzünden okul ve eğitimle arası hiç iyi olmamıştı. O öğretmenleri nazarında derslere ilgisiz ve tembel bir öğrenciydi. Daha sonra kendisi bu durumu “öğrenmemi engelleyen tek şey aldığım eğitim olmuştur.” sözleri ile dile getirecektir. Einstein’in “Benim hiçbir özel yeteneğim yoktur, ben sadece ölesiye meraklıyım” sözü ile aslında öğrenmede anahtar noktaya vurgu yapmaktadır: Merak… Bediüzzaman, “merak ilmin hocası, ihtiyaç terakkinin üstadı” diyerek eğitimde can alıcı noktaya dikkat çekmektedir. İnsan ihtiyaç duydukları bilgi, beceri ve davranışları, olağanüstü bir üretkenlikle öğrenebilmekte ve bu sırada çevrelerindeki tüm imkânları büyük bir beceriyle kullanabilmektedirler. Eğer bir şeye ihtiyacınız var , onu önemsiyorsanız onu çok kolay öğreniyorsunuz . İnanılmaz bir hızla ve tekrarlamadan öğreniyoruz. Bizim eğitim sistemimiz ihtiyaca dayalı olmadığı için tekrara dayalıdır. Yani öğrenme iki türlü oluyor. Ya tekrara dayalı oluyor, beynimize kazınıyor, şartlanıyorsunuz. Yahut ta ihtiyaca dayalı oluyor. Her ne kadar öğrencilerdeki genel inanç, sosyal bilimlerin ezbere çok yatkın olduğu yönünde olsa da tekrara dayalı öğrenmenin de en yoğun olduğu alan fen ve uygulamalı bilimleridir. Orada aynı kategoriye ait problemler defalarca çözülerek artık o gruptan başka bir şey önümüze çıkma ihtimali kalmayıncaya kadar tekrarlatılır. Ortaya aslında bir nevi zihinsel travma- zihne kazınma olayı- yani şartlandırma çıkmaktadır.. Bir ABD li eğitimcinin şu itirafını hatırlayalım: “Bir problemin öğretmen tarafından çözülmesi ve benzerlerinin öğrenciler tarafından çözülmesi, problem çözme değil, ezberin ta kendisidir. Bu yolla yüzbinlerce problem çözseniz de kazancınız problem çözme becerisinin geliştirilmesi değil; müfredatta bulunan problemlerin çözüm yollarının ezberlenmesi ve bu ezberin pekiştirilmesidir” Halbuki ihtiyaca dayalı öğrenme yönteminde bir defada öğreniyorsunuz. İhtiyaç duymadığım, merak etmediğim bir şeyi öğrenmekte çok zorluk çekerken, çok ihtiyaç duyulanları bir şeyi bir defada ve inanılmaz bir süratte öğrenebiliyoruz. Böylece eğitimde göz ardı ettiğimiz nokta karşımıza çıkıyor: İnsanın en değerli iki özelliği hiç şüphesiz ki merak ve öğrenme becerisidir. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı zamanda hayli kırılgan yapıdadır. Müdahele ve dayatmaya oldukça hassas durumdadır. Eğitim adı altında yapılan her türlü teşebbüste bu iki özelliğe bilhassa dikkat etmezsek öğrenciyi öğrenme sürecinin dışına çıkarırız. O zaman eğitim bir bela halini alır. Sınavları geçmek için öğrenmiş gibi görünürüz. Ama öğrenilenler beyne mal olmadığından inanılmaz bir hızla silinir. Çözüme Doğru Bilgileri (doğruları) öğretelim ama çoğu bilgiler onları çevreleyen şartlara bağlı olduklarından, o şartların varlığından sürekli olarak kuşku duyulması gerektiği bir eğitim felsefesi haline getirelim. Gözlem, deney, proje temelli ve senaryo destekli uygulamalarla yaparak yaşayarak öğrenmeyi ikame edelim. Bu aktif öğrenme yöntemleri, öğrenciye: çeşitli kaynaklardan konu hakkında bilgi toplamasını ve bu bilgileri bütünleştirmesini öğrettiği gibi proje hazırlama ve tamamlama becerisi (sorun çözme yeteneği) kazandırır. Öğrenciler, bilgi geldiği sürece tüketici ve edilgen konumdan bilgiyi araştıran, bulan ve işleyen konuma yükselmekte; kaynaklara yüzde yüz güven yerine, sorgulayıcı bir anlayışa kavuşmaktadır. Aktif eğitimde hedef; sorgulama, sorun çözme ve püf noktayı yakalama, “bilgiye erişme, onu şekillendirme, bilgiyi paylaşma” yeteneğinin gelişmesidir. Problemden yola çıkarak eğitim yapmanın (Proje destekli-problem temelli eğitim) faydası şudur: Öğrenciye düşünmeyi, öğrenmeyi, sorgulamayı, bilgi kaynaklarına ulaşmayı, sebep-sonuç arasında ilişki kurmayı öğretmektedir. İnsan kendisi sorular sorarak, konunun can alıcı noktalarını görerek, kafasını o konuda çalıştırarak, meseleleri çözmeye başlarsa ‘gerçek öğrenme’ o zaman teşekkül eder.. Bu aynı zamanda araştırmanın da başlangıcıdır. Çünkü bilim, kutuda duran bir bilgi değildir; organik bir şeydir; daima tazelenir, üretiliyor, değişiyor. Araştırma yapan, bir şeylerin peşine düşen, deneyen insanda bilim ve eğitimin heyecanı olur. Ve en önemli şey öğrenciye bu heyecanı aşılamaktır. İnsan bir konuyu araştırmaya başlar, yenilikler bulmaya çabalarsa bunu yaparken eksikliklerini öğrenir. Gerçek bilgi, meraka dayalı kuşku ve sorgulamanın neticesinde ortaya çıkmaktadır.. Bu anlayış üretici ve mucit düşünceleri geliştirmekte, fert problem çözme yeteneğine sahip kılmaktadır. Prof. Dr. Osman Çakmak
<< Önceki Haber İşte kutuplaşmanın perde arkası Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER