İsrail, uluslararası hukuk ve ahlak kurallarının gereklerine karşı nefrete yol açan bir umursamazlık sergileyerek Gazze’de zaten çaresiz ve esaret altında bulunmanın sıkıntısını yaşayan 1,2 milyon civarındaki insana karşı kitlesel, aleni ve zalimane bir toplu cezalandırma yöntemine başvurmaktadır.
Aynı derecede nefrete yol açan bir başka husus da, uluslararası savaşla ilgili temel insani kuralları içeren
Cenevre Sözleşmesi’nin ciddi bir şekilde ihlali anlamına gelen bu hadiseler karşısında dünyanın sessiz kalışıdır.
Bu davranış için silahlı bir
Filistinli grup tarafından gerçekleştirilen bir baskında (İsrail Savunma Güçleri) IDF’e mensup olan bir İsrail askerinin kaçırılması ve diğer ikisinin de öldürülmesi bahane edilmektedir ki, bu grubun geçtiğimiz
ocak ayında yapılan
seçimde mutlak bir galibiyet elde ederek Gazze’de siyasi olarak hakim konuma gelen
Hamas’tan bağımsız olduğu anlaşılmaktadır. İsrail’in seçim sonuçlarını bahane ederek
ekonomik yardıma izin vermemesi nedeniyle zaten var olan son derece ağır şartlardan dolayı ve özellikle de Hamas İsrail hapishanelerinde tutulan kadın ve çocukların salıverilmesinin müzakere edilmesi kabul edildiği takdirde İsrailli askerin serbest bırakılması için yardımcı olmayı kabul etmişken, Gazze’deki bütün insanları cezalandırmak, herhangi bir makul misillemenin sınırlarını fazlasıyla aşmaktadır.
İsrail’in derdi Filistin’i otoritesiz bırakmak
Gazzeliler sadece geçtiğimiz haftalarda sık sık yapılan
füze saldırıları nedeniyle terörize edilmekle kalmamış,
militan olduğu varsayılan hedeflere geceleri atılan ses bombaları nedeniyle nüfusun tamamı ölümle karşı karşıya bırakılmıştır. İsrail’in sınırı aştığı en kötü hadise belki de ana güç istasyonunu hedefleyerek yapılan bombardımanla Gazze’nin en önemli elektrik kaynağının tahrip edilmesidir ki, bunun neticesinde Gazze’nin büyük bir bölümü susuz kaldığı gibi, atık sular kontrolden çıkarak yaz sıcaklarının da etkisiyle hastalıkların yoğun bir şekilde artarak
yaşam mücadelesini tehdit eder hale gelmesine yol açmıştır. Anlaşılan, Gazze’nin bu şekilde toplu bir şekilde cezalandırılması İsrail’in Hamas’ın yönetime seçilmesine bir misillemesidir.
Başbakan Olmert, Filistinlileri İsrail askerinin şartsız olarak serbest bırakılmaması halinde aylarca sürecek bir cezalandırmayla tehdit etti. Öyle anlaşılıyor ki, İsrail’in politikası temelde bu askerin akıbetiyle pek de ilgisi olmayan siyasi mülahazalarla yönlendirilmektedir. Bu politikanın en makul izah şekli Ariel Şaron’un Yaser Arafat’a karşı takındığı tavır tekrarlanarak Filistin
halkının meşru temsilcilerine saldırırken bir yandan da İsrail’in müzakere edecek muhatap bulamadığı için barışı kendi anladığı şekilde uygulamaktan başka alternatifi olmadığının iddia edilmesidir.
Birleşmiş Milletler sınıfta kaldı...
Şimdi de Olmert, Filistinliler tarafından demokratik seçimler vasıtasıyla seçilmiş olan yöneticiler hakkında aynı şeyi yapıyor. Seçimin galibi olan Hamas, çatışmaya karşı Filistin topraklarındaki işgalin sona erdirilmesi halinde silahlı mücadelede ateşkesi sağlamayı hatta bir son vermeyi
vaat eden pragmatik bir yaklaşımı benimsemeye hazır gibi görünüyordu. Bu yaklaşımın makuliyeti şüphesiz ki, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimlerin çoğunu kendi sınırlarına dahil etme ve ‘Dünya Mahkemesi’nin bir yıl önce neredeyse ittifakla aldığı karara karşı işgal altındaki Filistin’in bir
duvar inşa edilerek bölünmesi konusundaki planlarına karşı bir tehdit olarak görüldü.
Tel Aviv şu anda en azından müzakere edecek muhatabının olmadığını iddia edebileceği bir durumu oluşturma sürecindedir. Gerçek ise, geçenlerde de işaret edildiği gibi tam tersidir:
Müzakere edecek bir muhatap bulamayan taraf Filistinlilerdir. Uluslararası toplumun uluslararası hukukun uygulanmasında ısrarcı olmadaki başarısızlığının asıl sıkıntısını çekenler de yine Filistinlilerdir.
Tarihin unutmaması gereken şey,
Birleşmiş Milletler’in iki halk için onlarca yıldan bu yana kalıcı adil bir çözümün bulunması konusunda özel bir sorumluluğu bulunduğudur. Bu süreçte BM İsrail’in yanında yer alan jeopolitik güçlere
boyun eğerek büyük bir başarısızlığa uğramıştır.
Avrupa, Hamas’ın seçimleri kazanmasından bu yana anlaşılmaz bir şekilde temelde Washington’un İsrail yanlısı yaklaşımını takip etti ve İsrail’in Gazze’ye yönelik son askeri saldırısı esnasında da dikkat
çekici bir şekilde sessiz kaldı. Sadece
İsviçre hükûmeti İsrail’in Cenevre Sözleşmesi’ne uygun bir şekilde davranmayışını
kınama konusunda dürüst ve mutedil oldu.
Türkiye de aynı şekilde övgüyü hak ediyor. Ankara’nın tartışmalı bir diplomatik inisiyatifi
tercih ederek Hamas’ın liderleri ile görüşüp onların ortaya çıkan krizi kendileri açısından daha da derinleştirmelerinin önüne geçerek daha ılımlı bir tavır takınmalarını
teşvik ettiğini tekrar hatırlamak gerekir. Bu inisiyatifin hoş karşılanmayarak başarısızlığa itilmesinin sebebi de muhtemelen İsrail hükûmetinin tek yanlı bir çözümü empoze etme planlarını baltalayacağı için çatışmanın siyasi bir zemine kaymasını istemeyişidir. Şimdi ise Türk hükûmeti perde gerisinden insanlığın vicdanını sarsan çatışmayı çözmeye yardımcı olacak şekilde bir tür aracılık rolü üstlenmeye teşvik edilmektedir, fakat daha önce de olduğu gibi İsrail’in öncelikleri esas alındığı için bunun başarılı olma şansı çok az veya hemen hemen hiç yoktur. Fakat Gazze’de
kurban edilen halkın iyiliği için şiddeti sona erdirmeye yönelik her çaba, başarı şansı çok zayıf olsa bile desteklenmelidir.
Lübnan’a saldırı ile sınırları iyice aştı
Son olarak, Gazze’deki hadise bütün dünyaya İsrail hükümetinin tamamıyla korumasız durumdaki
sivil halka karşı yüksek teknolojili silahlarla gelişigüzel bir savaş başlatmaya hazır olduğunu göstermektedir. Bu davranış tarzı savaşın en temel kurallarını ihlal etmektedir. Bu durum aynı zamanda Birleşmiş Milletler ile
bölge ülkelerinin ya da
Avrupa Birliği bölgesindeki ülkelerin Filistin’in hakları veya Filistinlilerin sıkıntıları ile ilgili olarak ciddi bir tavır takınma konusundaki isteksizliklerini de ortaya çıkarmaktadır. Bu hem bölge hem de dünya için oldukça talihsiz bir dönemdir. Bu yaklaşımını aşırı orantısız bir misilleme şeklinde Lübnan’ı da içine alması daha geniş bir şiddet tehlikesine yol açtığı gibi geçtiğimiz yıllarda İsrail’in politikaları nedeniyle muazzam zorluklar yaşamış olan bir ülke için de ilave sıkıntılara sebep olmaktadır.
(*) Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Prof. Falk, dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler hocasıdır. Princeton Üniversitesi öğretim üyesi olan ve Filistin Raporu büyük yankı uyandıran Falk, değişik dillerde yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesiyle bilinmektedir.