Allah’ın Rahmeti ve Gayretullah beklentisi

Kader Allah’ın emsalsiz bir sanatıdır. Olanlara hem dünya hem de ahiret gözüyle bakamazsak hadiseleri okuyamayız

SHABER3.COM

VEYSEL AYHAN - TR724.COM

Kâşif Hoca efsanevi bir İngilizce öğretmeniydi. Kendisiyle tanışmıştım. Bir öğretmendi ama çoğu öğrenciden fazla çalışırdı. İşini ciddiye alan bir insan düşündüğüm zaman aklıma hep o gelir. TSK’da subaylara İngilizce öğretmenliği yapmış oradan emekli olmuş sonra 80’li yıllarda Çarşamba’daki Fatih Koleji’nde İngilizce dersi vermeye başlamıştı.


 
Hatırayı bir süre onun talebeliğini yapan Ahmet Kırmıç Bey’den aktarıyorum.

Kâşif Hoca namazını hiç aksatmayan, mesai boşluklarında mutlaka Kur’an okuyan bir subaydır. Bir gün yine Kur’an okurken içeri bir yüzbaşı girer. Gerisini kendisi şöyle anlatıyor:

“Kendisini iyi tanıyordum. Dine saygısız bir askerdi. Kapıdan içeri girdiğinde elinde bira şişesi vardı. Kur’an okuduğumu görünce hışımla üstüme geldi. ‘Kâşif yine mi bu hurafeyi okuyorsun!’ diyerek Kur’an’ı elimden alıp yere attı ve elindeki birayı üstüne dökmeye başladı. Ben şoktaydım. Abdestsiz elime almadığım, okurken göğsümün üstünde tuttuğum Kur’an yerdeydi. Elim ayağım tutulmuş dizimin bağı çözülmüştü. O an yüzbaşının çarpılmasını bekledim. Çarpılacağından da emindim. Ama galiz sözlerle Kur’an’la alay ettiği halde hiçbir şey olmamıştı. Sonraki günlerde gözüm hep yüzbaşının üstünde oldu. Ne zaman çarpılacak, yerin dibine batacak diye bekledim durdum. Ama günler geçtiği halde yüzbaşıya bir şey olmadı. Derken benim içime bir şüphe düştü. ‘Acaba ben boşuna mı namaz kılıyorum, boş yere mi Kur’an okuyorum’ diye düşünmeye başladım. Derken birkaç aylık fikri sarsıntıdan sonra namazı bıraktım. Başka yere tayinim çıktı. Hadiseyi unuttum.

Aradan birkaç yıl geçti. Ben evlenme hazırlıkları yapıyordum. Nişanlım ile beraber Beyoğlu’na düğün alışverişi yapmaya çıkmıştık. Vitrinlere bakarken yanıma üstü başı kir içinde, kıyafetleri yırtık dökük, sakalları uzamış kirden birbirine karışmış bir dilenci yaklaştı. Bana adımla seslenince şaşırdım. ‘Kâşif ne olur bana bir ekmek parası ver’ dedi. Kendisine tuhaf tuhaf baktığımı görünce ‘Tanımadın mı beni, ben Hasan yüzbaşı’ dedi. Ben hayatımın en büyük şokunu yaşadım. Bir anda zihnimde o olay canlandı. Karşımdaki dilenci komutanımdı. Yıllar önce birayı Kur’an-ı Kerim’in üstüne dökmüş ve dini düşüncemi menfi surette etkilemişti. Şimdi resmen çarpılmış ve benden yardım istiyordu. Hemen ona yüklü bir sadaka verip nişanlıma döndüm. ‘Ben bugün büyük bir şok yaşıyorum. Sen annenlerin evine dön. Teferruatı gelince anlatırım.’ dedim. Sonra Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ne koştum. Bir güzel abdest aldım. Gözyaşımın musluk suyuna karıştığı bir abdestti. Ağlayarak, sarsılarak namaz kılarken eski itikatime kavuştum diye de Allah’ıma şükrediyordum. ‘Allahım sen varsın, Adl-i İlahin de var. Şükür tekrar seni buldum’ diyordum.”

Kaşif Hoca’nın hikayesi bu kadar. Kendisi 2007’de 83 yaşında vefat etti. Allah rahmet etsin, makamını cennet eylesin.

Tekil bir vakadan hüküm çıkarılmaz. Tek bir olayla karar verilmez. Ama anlatmayı düşündüğüm meseleye girizgâh olarak aktarmayı doğru buldum.

DÜNYA CEZA YERİ MİDİR?

Soru şu: Dünya ceza yeri midir?

Sınavın sonucu, sınav salonu olan dünyada mı açıklanır?

Cezalar imtihan salonu olan dünyada mı tatbik edilir?

Mevzunun dönüp dolaşıp geldiği nokta “Kader”. Hz. Bediüzzaman, “kader”, vicdani bir meseledir, “akli ve nazari değildir” der. Yani her insan kendi vicdanıyla kendine isabet eden olaylarla ilgili hüküm verebilir. Ama ben bir başkasının yaşadığı olayla ilgili hüküm veremem. Hüküm verme işi musibeti çekene aittir.

Dolayısıyla bu yazı vicdanî bir yazı.

Ne fıkhi ne de riyazi.

Öncelikle şunda mutabık olmamız lazım: Dünya bir sınav ve imtihan yeri midir?

Yani kötülük yapanlar cezalarını dünyada mı bulur?

Evet dünya imtihan yeridir. O zaman sınav sırasında Allah’tan “kopya” beklemek doğru değildir. İmtihan sırrı bozulur. Ama Allah dilerse “sınavı yapan” olarak, “kopya” verebilir. Ama o verdiğine “kopya” denmez zaten.

Dünya sonsuz bir hayatın imtihan yeri. Ve imtihanın genel karakteri “müminler” için günahların dünya musibetleriyle temizlenmesi, ötesinde günahsızların terakki edip velayete ulaşması.

Zulmedenlere gelince; zulüm kimseye kâr kalmaz, cezalarını mutlaka bulurlar. Dünyada veya ahirette. Zalimlerin Allah’ın mülkünden kaçıp sığınacakları başka bir yer yok. Cezanın vaktini ve yerini tayin bize düşmez.

VARLIK DÜNYA HAYATINDAN İBARET OLSAYDI

Hitler’in zulmüne dayanamayan bir mahkûmun ranzasına kazıdığı meşhur bir cümle vardır: “Eğer bir Tanrı varsa, ayaklarıma kapanıp benden özür dilemeli.”
Çok ağır bir cümle. Neler çekti veya neleri gördü de dayanamayıp bunu yazdı bilmiyoruz.

Bir başkası “Bir gün Tanrı’yı sorgulayacağımı hiç düşünmemiştim. Hep mi kötüler kazanır?” der. Ölüme gönderilen Yahudi kadın ve çocukları gören bir başkası “Ben artık Tanrı’ya inanmıyorum” der.

“Doğrusu insan, çok acelecidir.” (İsra, 11) Evet çok aceleciyiz. İstiyoruz ki zalim hemen cezasını görsün, masumlar hemen galip gelsin; iyiler kurtulsun, kötüler def olup gitsin!

Var oluş veya varlık dünya hayatından ibaret olsaydı bu düşüncede haklı olabilirdik.

Ahiret olmasaydı, Allah bizi sadece dünyada yaratıp sonra da yokluğa gönderseydi haklı olabilirdik.

Ama değil. Dünya “sonsuz” bir hayatın ön hazırlık yeri.

“Sonsuz”u hayal edemiyoruz.

Düşünün bin yıl yaşayacaksınız, milyon yıl yaşayacaksınız…

Sonra dönüp baktığınızda kısa bir zaman geçmiş gibi olacak. Milyon yıl, milyar yıl…

Zaman boyutunun olmadığı bir alemden bahsediyoruz. Zaman boyutu içinde yaşarken “zaman”sızlığı yani ebediyeti anlamamız mümkün değil. Üç boyutlu bir dünyadan onlarca boyutun söz konusu olduğu bir üst âlemi anlayamayız. Denizin içinde yüzerken, yeryüzü anlaşılmaz.

Böyle olunca dünyada çekilenler, yaşanması vaat edilen ömrün yanında hiçbir şey. Yani sıfır.

Ve Allah, “sıfır” a tahammül etmemizin karşılığı olarak sonsuz bir hayat hediye ediyor.

Siz, çok merhametli bir annesinizdir ama basit bir hastalık için bebeğinize vurulan onlarca iğneye ses etmezsiniz. Ağlayış ve feryadına gözyaşlarınızla eşlik edersiniz ama itiraz etmezsiniz. Yeri geldiğinde şu kısa dünya hayatı için o narin bedenin ameliyat masalarına taşınmasını onaylarsınız.

Farzımuhal, diyelim ki tam siz iğne yaptırırken Marslılar çıkıp gelse, hayatı bu hastanedeki kısa zaman diliminden ibaret görseler o çocuğa yapılan muameleden dolayı size öfkeleneceklerdir. “Niye çocuğu bu zalim doktora getirdin” diyeceklerdir. Görünüşe bakıp anneyi zâlim, doktoru Frankenstein sanacaklardır.

Hz. Bediüzzaman’ın Cihan harbi yıllarında yaptığı önemli bir izahı var.

Dikkatle okuyalım:

Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu… Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet(şehitlik) hükmüne geçiyor… Avrupa ve Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim…

Şöyle ki: O musibet-i semavîden, zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşten yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür…” 

BU YÜZYIL NELERE GEBE?

20. yüzyıl; cihan harpleri, büyük katliamlar ve soykırımlarıyla tam bir ölüm ve zulüm çağıydı.

Bu yüzyılın nelere gebe olduğunu bilmiyoruz. Teknoloji ve nükleer silahlar çok gelişti. Belki geçen yüzyılı onlarca, yüzlerce katlayan ölümler olabilir. Allah muhafaza buyursun. Ama her ne olursa olsun unutmamamız gereken tek şey Allah’ın Âdil-i mutlak olduğu. Ve bunun yanında Rahman ve Rahim olduğudur.

Biz dış görünüşe bakıyoruz, yüzeysel düşünüyoruz. Ama o zulümler neticesi “şehit” olanlara sorma imkânımız olsaydı acaba onlar da bizim gibi mi düşünürlerdi, bilmiyoruz.

Zalimin gideceği yer belli. Fakat mazluma sonsuz bir cenneti kazandırıyorsa olanlara dünyanın fani yanıyla değil de ahiretin sonsuz yüzüyle bakmak gerekmez mi?

Verdiğim misalle hadiseleri basitleştirdiğim, çekilen acıları hafife aldığım sanılmasın. Her insana annesinden ve babasında daha erham (merhametli)  daha eşfak (şefkatli) olan Allah’ın, ehadiyetiyle zorlukların yanında kolaylık, acıların yanında sevinç halk ettiğine inanıyorum. Çekilen ızdıraplar, ayrılıklar ve işkenceler için ağlamak, dua dua yalvarmak ayrı bir mesele; olanlara “ahiretin tarlası olan dünya” nazarıyla bakmayıp, Allah’ın rahmetini ve gayretini ittiham etmek başka bir mesele.

ÂFAKİ TEFEKKÜR

Süreci kendi nefsimden test edebilirim. Hadiseleri kendi açımdan yorumlayabilirim. Âfaki tefekkürle başkaları üzerinden test edersem yanılırım. Benden üstün oldukları şüphe götürmez olanların çile ve ıstıraplarına bakıp onlar hakkında hariçten gazel okumam yanlış olur. Ki ben 30’un üstünde hapis yatmış, işkence görmüş mağdurla yüz yüze konuştum. Çektiklerinden dolayı Allah’a saygısızlık edene rastlamadım. Bilakis Allah’a güven ve yakınlıkları fevkalade artmıştı.  O nedenle hariçten gazel okumak, uzaktan bakıp Allah’ın Rahmetini ittiham etmek doğru değil. Hemen herkes hayatının en zor sorusuyla cedelleşiyor.

Tek tük de olsa çekilenlere dayanamayıp isyan edenler; azimeti değil, ruhsatı tercih edenler olabilir. Mutlaka vardır da. Onları da kınamamak bilakis anlamak ve hepsinin yardımına koşmak gerekir.

Kader Allah’ın emsalsiz bir sanatıdır. Olanlara hem dünya hem de ahiret gözüyle bakamazsak hadiseleri okuyamayız. -Zulmü yapanların veya her nerede olursa olsun sebep olanların durumu başka bir konu.-

HİKÂYESİ OLAN ÇOCUKLAR

Bana düşen anne-babası tutuklanınca yetiştirme yurduna bırakılan bir çocuk için ıstırapla inlemek, babaları kayıp aileler için gözyaşıyla dua etmek ve param yoksa, para ediyorsa her şeyimi satıp onlara ve onlara el uzatanlara yardıma koşmaktır. Bunu yapmazsam vefasızlık yapmış, imtihanın bana düşen yanını kaybetmiş olurum.

Fakat bunun ötesinde bir yandan da şuna inanırım. Hz. İbrahim’e ateşin içinde ateşi dokundurmayan Rabbim, o masum çocukları en olumsuz şartlarda bile Rahmetiyle kuşatacaktır. Her birine geleceği sırtlayacak bir “hikâye” verecektir. Mülkün sahibi O’dur. Her şeyin kabza-ı tasarrufu O’nun elindedir. Hiçbir annenin merhameti Allah’ın Rahimiyeti karşısında değer ifade etmez.
<< Önceki Haber Allah’ın Rahmeti ve Gayretullah beklentisi Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER