'Al-i Beyt ve dinde tefekkuh'

''Hikmet-i İlahiye âl-i beyti potansiyel olarak uhrevî ve mânevî bir saltanata namzet ettiği için onların hilafete ve siyasete bulaşmadan, tabir caiz ise, iç onarımla ilgilenmelerini istedi. ''

SHABER3.COM

Safvet  Senih / samanyoluhaber.com
Dinde Tefekkuh

Cenab-ı Hak, “Müminlerin hepsinin topyekûn sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan büyük bir kısmı savaşa çıkarken, bir takım da din hususunda sağlam  bilgi sahibi olmak, dînî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve sefere çıkanlar geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle, onları uyarmalıdır.”  (Tövbe Suresi, 9/122) buyuruyor.

Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Kim, dinde derinleşip sağlam bilgiye sahip olursa, Allah, onun sıkıntılarına ve hesapsız rızıklanmasına yeter.”

Tefekkuh, külfet ve zahmete katlanıp dinin inceliklerini iyice ve derinlemesine öğrenmek demektir. 

Malumdur ki, İslamiyette ve Kur’an’da siyaset ve idare ile ilgili hükümler yüzde beştir. Yüzde 95’i iman, ibadet ve muâmelatla ilgilidir. Onun için günümüzde “siyasal İslam” ile, “sivil İslam”  tabirlerini kullananlar bu yüzde 95’i sivil İslam olarak ele alıyorlar. 

Hikmet-i İlahiye âl-i beyti potansiyel olarak uhrevî ve mânevî bir saltanata namzet ettiği için onların hilafete ve siyasete bulaşmadan, tabir caiz ise, iç onarımla ilgilenmelerini istedi. İmam-ı Rabbanî’nin tesbitiyle, Efendimiz  (S.A.S.) hilafetin âl-i beytte kalmasını istiyordu. Ama murad-ı İlahî, onların  dünyevî  ve maddî bir saltanattan çok, mânevî ve uhrevî bir saltanata mazhar olmalarını istiyordu. Yani onlar dinde tefekkuh edecek, güneşin doğup-battığı her yere gidip bu % 95’li güzellikleri dünyaya yayacaklardı. Ama şöyle bir durum da var: Bir namazı eğer Mescid-i Nebevî’de kılarsanız 50 bin kat sevap var. Eğer Kâbe’de kılarsanız 100 bin kat sevap var. Âl-i beytin bütün tarihi, hatıraları en başta Dedelerinin (S.A.S.)  kabr-i şerifi ve vahyin merkezleri Mekke ve Medine’de… Onun için  bu mukaddes beldelerden ayrılıp uzaklara gitmek zor… Onun için, dünyaya tâlip ve saltanata meraklı olanlar bu mübarek insanlara musallat oldular. “Eninde sonunda halk bu seyyid ve şeriflerin etrafında toplanıp bu saltanatı elimizden alırlar” endişesine kapılan bazı  siyasîler onları oralardan hicret etmeye mecbur bırakacak zulümler yaptılar, gadirlerde bulundular…

M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Küçük Dünyam” da hatıralarını anlatırken bakınız nereden başlıyor: “Ahlat malumunuz Bitlis vilayetimize  bağlı tarihi bir belde. Seyitler soyunun, göç yerlerinden biri olarak Bitlis yöresini seçmeleri KADERİN  GARİP  BİR  CİLVESİ. Geylânîlerin ve diğer tarikat kollarının burada zuhuru, ancak Selçukluların Anadolu’ya gelip yerleşmesinden sonra olmuş… Kar-kış kalkmış, köhne Bizans hâkimiyeti bertaraf edilmiş, diğer taraftan  da Emevî ve Abbasî zulmünden emin olunmuş ve bu seyitler soyu, belli tarikatların içinde ve başında kar çiçekleri gibi açmaya başlamışlardır.

“Bu günlere gelinceye kadar da hep saklandılar, gizlendiler. Bitlis ve yöresi, seyitler adına sanki Ashab-ı Kehfin Tarsus’taki mağarası gibi oldu. Birkaç asır, tabir yerindeyse, mağara dönemi yaşadılar. Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesiyledir ki, karanlık günler sona ermiş ve çekirdekler filiz vermeye başlamıştır.

“İşte Bitlis’e bakarken böyle bakmak lâzım. Bir Bediüzzaman’ın, günümüzde dahi ulaşılması zor yerlerden zuhuru, yani o şecerenin, menbaından kalkıp oralara yerleşmesi katiyen tesadüfî değildir. Hîzan ve Nurs yaz aylarında bile zor varılan yerlerdir ki, bu nesil kaçabildiğince kaçmış ve saklanabildiğince saklanmış ve orada bir potansiyel meydana getirmiştir. 

“Meseleyi bir başka açıdan düşünecek olursanız: İslam’a yeni açılan bir millet, Hicrî 5 ve 6. Asırda kitleler halinde İslam’a girmiştir. Bunlar, âdâb, ahlâk, kültür ve İslâmî akîde hesabına takviyeye ihtiyacı olan insanlardır. Selçuklular, Saltuklular, Karamanlar ve Anadolu’ya yerleşen bütün Oğuz boyları, dediğimiz hususlarda desteklenmelidir ki, İslam adına yapacakları fetihler istenilen keyfiyeti daima koruyabilsin.

“Sâdât (Seyyidler) ve onların sempatizanları, dine CİBİLLΠ olarak bağlıdırlar. Âdeta bu yöre “Müteka’l-Bahreyn’ (İki denizin birleştiği yer) olmuş. Yani, esas devlet gücünü temsil eden Türk boyları ile İslâmî ruhu bütün hakikatiyle temsil eden mânâ ve hakikat erleri sâdât birleşerek bir derya meydana getirmişler. Fizikî olarak da bu deryayı Van Gölü temsil etmektedir.

“Bu iki deryanın birleşmesi Türk tarih yazarlarınca da çok önemli görülmektedir. Mesela Fuad Köprülü, Ortadoğu’da, Uzakdoğuda yeni Türk tekevvünlerini anlatırken, bunların arkasında hep böyle mânâ erlerinin bulunduğundan bahseder.

“Anadolu’da Türk boyunun edâ edeceği nice fonksiyonlar vardır. Denilebilir ki, Türk boyları için tarihindeki geçmiş dirilişlerinin yanında İSLÂM’LA YENİDEN  DİRİLİŞE  ERME,   İslâmın en yakını sayılan Ehl-i Beytle olmuştur. Buna bir mânâda telkih (aşılama) de denebilir. Sanki Bitlis ve özellikle Ahlat, o aşılmaz dağ ve vâdilerini, Ehl-i Beyt düşmanlarına karşı bir silah gibi kullanmış; zulümden kaçan veya İslam’la bütünleşen bütün mânâ erlerine de bağrını, sinesini alabildiğine açmış ve onları koruma altına almıştır. Bitlis ve yöresi, mânâ adına öyle mümbit bir toprağa sahiptir ki, Anadolu’yu ışık hüzmeleriyle yönlendirecek bütün seçkin insanlar burada yetişmiş, boy atmış ve dal-budak salmıştır. 

“Nasıl ki, doğuda Malazgirt bir başlangıç ve mukaddimedir. Selçuklular, Malazgirt’i fethettikten sonradır ki,  ayaklarını yere basarlar ve senelerce yine bir Türk yurdu olan Anadolu’yu istismar eden köhne Bizans’la hesaplaşırlar. Öyle de Güneydoğu’dan gelen Türk boyları için de Ahlat aynı durumdadır. Ahlat, şarktan Anadolu’ya açılan bir kapıdır ve şarktan çok Anadolu’dan sayılmalıdır.”

Selçukludan sonra Osmanlı Âl-i Beyte çok önem verdi; “Şecereler” çıkardı, bu seyyidler ordusu için “Bunlar askerlik yapmayacak ve vergi vermeyecekler. Çünkü asıl vazifeleri İslamiyeti öğrenmek ve öğretmek.” meâlinde kararını verdi. Elhamdülillah tâ o zamanlardan beri devam eden medreseler, güneydoğumuzda bu kudsî vazifeyi edâ etmektedirler. Yani dinde tefekkuh ödevini hakkıyla edâ ediyorlar. % 5’lik siyasetten uzak kalarak % 95 iman, ibadet ve muâmelat üzerinde derinleşiyor ve insanımıza ahlâk ve fazilette rehberlikte bulunuyorlar…

<< Önceki Haber 'Al-i Beyt ve dinde tefekkuh' Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER