AKP'de böylesi hiç görülmemiş kıyım

Hüseyin Çelik AKP'deki kıyımı "sabah akşam trol ve troliçelerin, satılık ve kiralık kalemşörlerin, ekranları dolduran infaz timlerinin saldırılarına muhatap kıldığımız, çileli günlerdeki yol ve dava arkadaşlarımıza, yani manevi kardeşlerimize kıyım uygulanıyor" sözleriyle anlattı ve Davutoğlu‘na revâ görülen muameleyi yorumladı.

A Haber'de Davutoğlu'na ağır suçlamalar

- Ak Parti'de Ne var ki bu kazanımların devam etmesi bir yana, esefle müşahade ediyoruz ki, bu anlamda ciddi bir geriye gidiş yaşanmaktadır.

- Çok şükür bugün artık “kardeş katli” diye bir şey yoktur. Ancak, şeref ve haysiyetleri ile oynadığımız, bin bir türlü hakaret ve iftiraya uğrattığımız, itibarlarını ayaklar altına aldığımız, sabah akşam trol ve troliçelerin, satılık ve kiralık kalemşörlerin, ekranları dolduran infaz timlerinin saldırılarına muhatap kıldığımız, çileli günlerdeki yol ve dava arkadaşlarımıza, yani manevi kardeşlerimize uygulanan kıyıma ne diyeceğiz?

- Erdoğan‘dan sonra, benim şahsen genel başkan adayım hiç bir zaman Sayın Davutoğlu olmadı. Bunu ikili görüşmelerimizde kendisine de ifade ettim. Ben, Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlık ettiği bütün kurullarda kendisinden sonra Sayın Abdullah Gül‘ün AK Parti’nin genel başkanı ve başbakan olması gerektiğini, gerekçeleriyle birlikte çok açık ve aleni olarak söyledim.

- Davutoğlu‘na revâ görülen muameleye sağ duyulu kaç insan “bu şık oldu” diyebilir. Bu olaydan sonra, değerli dostum Vehbi Vakkasoğlu‘nun yıllar önce okuduğum “Önce Alkışladılar, Sonra Öldürdüler” isimli kitabını hatırladım. Gerçekten tarih tekerrürlerle doludur.

- İtibar cellatlığı yapılmasına devam edilirse, daha da mühimi buna müsaade ve müsamaha edilirse AK Parti’nin de küme düşen partilerin arasına karışması mukadder olur.

- Arkadaşlık hukuku adına tarihe not düşüyorum. Dikkat edin ‘kardeşlik hukuku adına‘ demiyorum, çünkü kardeşlik hukuku, son yıllarda sıkıntılı olmaya başladı.

Hüseyin Çelik'in "Kardeşlik Hukuku Dediğimiz Bu Mu Ola?" başlıklı o yazısı;

Osmanlı padişahlarının önemli bir kısmı, saltanatlarını güçlendirmek ve kendi yerlerine şehzadelerden birinin geçirilmesine mani olmak için kardeşlerini, bazen de hanedanın bütün erkek mensuplarını katlederlerdi. Hatta bazen babalar çocuklarını öldürtürlerdi. Katledilen şehzadelerin bir kısmı henüz kundakta bebek iken, bir kısmı ise erişkin yaşlarda, hatta çoluk çocuk sahibi iken öldürülmüşlerdir.

Öyle zamanlar gelmiştir ki, bu katliamlardan dolayı hanedan sona erme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Mesela IV. Murat bütün şehzadeleri öldürttüğü için, kendisinden gizlenen ve kafes arkasına kapatıldığından dolayı anormalleşen ve “deli” ünvanıyla bilinen Şehzade İbrahim tahta geçirilmiştir. Osmanlı padişahlarından en az üçü “deli” diye anılmaktadır. Esasen, her an boynuna yağlı urgan geçme korkusuyla yaşayan bir şehzadenin normal kalması çok da kolay olmazdı.
 
Kim, bu kardeş katli uygulamasını ne adına savunursa savunsun, ben şahsen aklımın erdiği günden beri bunu hunharca bir uygulama olarak görüyorum. Devletin bekası, fitnenin önlenmesi, toplumun huzur ve barışı gibi gerekçeler, hiç bir zaman, bana tatmin edici gelmemiştir. Esas vahim olanı, bu işin din adamlarından alınan fetvalarla yapılmış olmasıdır.

Saltanatlarda, din adamları da çoğunlukla, sultanın “kul“u olarak muamele gördükleri için, ya fetva verecek ya da kelle vereceklerdi; çoğunlukla kelleyi kurtarmak veya azledilmekten kurtulmak için fetva vermeyi tercih ederlerdi.

İşin özünde, saltanatın ortak kabul etmemesi meselesi vardır. Esas hassasiyet, devletin bekası ile değil, monarkın saltanatının devamıyla ilgilidir.

Monarşiler çeşitlilik arz etse bile, yönetimin dayandığı temel paradigmalar değişmez. Monarkın sıfatının ne olduğu da önemli değil. Kral, kraliçe, şah, padişah, sultan, melik, emir farketmez. Hepsinde işin özü, güçler ayrılığı değil, güçler birliği prensibidir. Bütün güç tek elde toplanmıştır ve o güç ise gücünün paylaşılmasına asla tahammül etmez.

Merhum Necip Fazıl, bir Osmanlı hayranı olmasına rağmen, “Canım İstanbul” şiirinde iki mısra ile bu trajediyi özetler:

“Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından,
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan.”

Elbette burada sözü edilen “çığlıklar“, boynuna kement geçirilen şehzadelerin çığlığıdır.

Günümüz dünyasında isimler aldatıcı olmasın. Bugün dünyada ismi krallık olduğu halde demokrasinin en olgun ve ileri örneklerini veren ülkeler var. Mesela İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İngiltere, İspanya. Öte yandan ismi cumhuriyet olduğu halde otoriter ve totaliter yapısıyla eski krallıklara rahmet okutan ülkeler var.
 
Türkiye Cumhuriyeti, bürokratik bir cumhuriyet olarak kuruldu. Saltanat kaldırılmıştı ama yeni Cumhuriyet, bir tek kişinin iradesine teslim edilmişti. Sivil ve askerî bürokratlar, o tek kişiye kayıtsız şartsız itaat ettiği sürece yerlerini ve güçlerini koruyabilirlerdi. Yani saltanat döneminin “biat“ı gitmişti, yerine yeni dönemin “itaat“ı gelmişti. Bu durum, çok partili siyasi hayatın başlamasıyla beraber kıymık kıymık değişmeye başladı ama Bürokratik Cumhuriyet, bir türlü Demokratik Cumhuriyete dönüşmedi.

Atatürk, kendisiyle birlikte Cumhuriyeti kuran, Milli Mücadele’nin komuta kademesinde yer alan komutanların yüzde doksanını ya devre dışı bıraktı veya bununla da yetinmeyerek onları çeşitli bahanelerle hapse attı.

AK Parti iktidarının ilk on yılında, Sayın Erdoğan‘ın liderliğinde, Bürokratik Cumhuriyet’in, Demokratik Cumhuriyet’e dönüşmesi için olağanüstü gayret sarfedildi ve çok büyük mesafeler de alındı. Ne var ki bu kazanımların devam etmesi bir yana, esefle müşahade ediyoruz ki, bu anlamda ciddi bir geriye gidiş yaşanmaktadır. “Hukuk Devleti” uygulamaları esas alınarak hazırlanan The World Justice Project (WJP) Open Government Index 2015‘e göre Türkiye’nin 21 sıra gerileyerek, Çin’in, Tunus’un bile altında, 80. sıraya düşmesi bize yakışmamıştır.

Bir süre önce Ahmet Hakan‘a verdiğim mülakatta “Kemalistlerin düştüğü hataya düşmeyelim.” demiştim. Gücün tek elde toplanması, kurulların sembolik ve seremonyal hale gelmesi, ortak aklın kaybolması, lidere sadece hoşuna gidecek, onu tasdik etme anlamına gelebilecek sözlerin söylenebilmesi, Muhafazakar Kemalizmden başka bir şey değildir.

Çok şükür bugün artık “kardeş katli” diye bir şey yoktur. Ancak, şeref ve haysiyetleri ile oynadığımız, bin bir türlü hakaret ve iftiraya uğrattığımız, itibarlarını ayaklar altına aldığımız, sabah akşam trol ve troliçelerin, satılık ve kiralık kalemşörlerin, ekranları dolduran infaz timlerinin saldırılarına muhatap kıldığımız, çileli günlerdeki yol ve dava arkadaşlarımıza, yani manevi kardeşlerimize uygulanan kıyıma ne diyeceğiz?

Manen kıyıma uğrayan sadece siyasetteki yol ve dava arkadaşlarımız değil, en zor zamanlarda yanımızda olan, birçok badireyi atlatmada hayati roller üstlenen bazı hukuk ve devlet adamları ile birçok basın mensubu da ne yazık ki bu kırlangıç fırtınasından nasibini almıştır. Manevi kıyıma uğramanın ne anlama geldiğini, onur ve itibarlarına düşkün insanlar çok iyi bilirler.

Sayın Ahmet Davutoğlu, değerli bir bilim ve siyaset adamıdır. Herkes gibi onun da artıları eksileri elbette vardır. Birlikte siyaset yaptığımız sürece, aramızda tatsız diyebileceğimiz bir tartışma bile geçmemiştir. Ancak Sayın Erdoğan‘dan sonra, benim şahsen genel başkan adayım hiç bir zaman Sayın Davutoğlu olmadı. Bunu ikili görüşmelerimizde kendisine de ifade ettim. Ben, Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlık ettiği bütün kurullarda kendisinden sonra Sayın Abdullah Gül‘ün AK Parti’nin genel başkanı ve başbakan olması gerektiğini, gerekçeleriyle birlikte çok açık ve aleni olarak söyledim.

DAVUTOĞLU ARKADAŞLARIMIZIN TASFİYE EDİLMESİNE SEYİRCİ KALDI

Ama sonuçta Sayın Erdoğan, Sayın Davutoğlu‘nu tercih etti. Biz, Sayın Davutoğlu‘na da, birçok değerli arkadaşımızın tasfiyesine en azından seyirci kalmasına rağmen, hürmette kusur etmedik. Hatta ülkemizin, partimizin ve hükümetimizin selameti ve başarısı için ‘nasıl yardımcı olabiliriz‘ diye gayret gösterdik.

Peki, bütün bunlara rağmen, Sayın Davutoğlu‘na revâ görülen muameleye sağ duyulu kaç insan “bu şık oldu” diyebilir. Bu olaydan sonra, değerli dostum Vehbi Vakkasoğlu‘nun yıllar önce okuduğum “Önce Alkışladılar, Sonra Öldürdüler” isimli kitabını hatırladım. Gerçekten tarih tekerrürlerle doludur.

Bugün genel başkanlığa adı geçen arkadaşların çoğu ile uzun yıllar yan yana, dirsek dirseğe çalıştık. Paylaştığımız acı, tatlı bir yığın hatıramız var. Hatta bazıları ile çok yakın dostluğum var. Daha işin başında, bu insanları “düşük profilli” diye niteleyen densizliğe, basiretsizliğe ne diyeceğiz? Bu arkadaşlarımızı, bir yığın karikatürün ve seviyesiz mizahın konusu haline getirmeye kimin ne hakkı var. Bu iz’andan yoksun yakıştırmayı yapanlar hâlâ köşe başlarında oturup, itibarlı adam muamelesi görecekler mi? Sevdiklerimizi takdir etmenin yolu, başkalarını tahkir etmekten mi geçiyor?

AK Parti kurulurken biz, arkadaşlarımızın hukukunu kendi hukukumuz, itibarını kendi itibarımız kabul ettik ve uzun yıllar bu anlayışla birbirimize sahip çıktık. İtibar cellatlığı yapılmasına devam edilirse, daha da mühimi buna müsaade ve müsamaha edilirse AK Parti’nin de küme düşen partilerin arasına karışması mukadder olur.

Bugün, AK Parti’nin tek rakibi artık kendisidir. Bu olup bitenleri gördükçe, şimdi Volter’e daha çok hak veriyorum. Hani diyor ya: “Tanrım, beni dostlarıma karşı koru; zira ben düşmanlarımla başa çıkabilirim.“

Hiç ama hiç bir hesabı olmayan, hasbî bir dostun uyarıları veya sitemleri olarak bunları, arkadaşlık hukuku adına tarihe not düşüyorum. Bilindiği gibi, sitem, sevgiden doğar. Ben CHP’yi çok eleştirdim ama sitem ettiğim görülmemiştir. Dikkat edin ‘kardeşlik hukuku adına‘ demiyorum, çünkü kardeşlik hukuku, son yıllarda sıkıntılı olmaya başladı.
<< Önceki Haber AKP'de böylesi hiç görülmemiş kıyım Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER